Dijital animasyonun, anime yapımlarında kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başladığı dönemdi 1995 – 2003 aralığı. O tarihteki çalışmaların çoğunda, ilerlemeye dönük ya da olgunlaşmış ama fark edilememiş teknikler kullanılıyordu. hatta çoğu çalışmanın da bu yüzden arada sıkıştığını kabul etmek lazım.
Blood: The Last Vampire, bu kategorinin “en iyileri” sınıfından mezun olanlardan.
Sene 1966, Vietnam Savaşı’nın hemen öncesi. Bir metro vagonunun içindeyiz. Kahramanımızla burada tanışıyoruz. Saya.
Bir anda katanasını çekiyor ve biraz ileride oturan adamı ikiye bölüyor. Soru yok, cevap alınamıyor. Neden yaptığını bilmiyoruz. Hemen ardından takım elbiseli adamlar geliyor. Bir tanesi daha toy, çok konuşuyor. Diğeri ise David. Amerikan organizasyonu Red Shield’in operasyon şefi. Saya’nın yanına geliyor, ölü adama baktıktan sonra kahramanımızın yeni görevini anlatmaya başlıyor.
Burada öğreniyoruz ki Saya türünün sonuncusu. Yarasa benzeri yaratıkları avlayan bir avcı.
Buraya kadar izlediğimiz birkaç dakikalık bölüm, aslında filmin ne kadar kanlı geçeceğinin de bir göstergesi. Hazırlıklı olmamızı ister gibi bir şovla açılıyor sahne.
Arkasından asıl konumuz başlıyor.
Askeri Yokota Hava Üssü’ne yaratıkların sızdığı ve temizlenmesi gerektiği haberini alan David, bu iş için Saya’yı yakınlardaki bir okula götürüyor. Saya burada hem gözlerden uzak bir şekilde üniforması altında saklanabilecek, hem de üsse yakınlığı dolayısı ile de araştırmasını yapabilecektir.
Okulun her yıl düzenlediği Cadılar Bayramı partisinden önce, Saya yarasını göstermek için okulun revirine gider. Bu sırada hemşirenin (Makiho Amano) iki öğrenci tarafından (Linda ve Sharon) saldırıya uğradığını görür ve saldırıya geçer. Linda’yı öldürür ama Sharon kaçar. Bu arada da Saya’nın katanası kırılır.
Makiho olayın şokuyla akıl tutulması yaşar ama Saya’nın duracak hali yoktur. Sharon’u takip eder ve maskeli baloda dönüşmüş olarak bulur. Kaçmaya çalışan Sharon’a asılır ve birlikte bir araç deposuna giderler. Burası maalesef ki Saya için bir tuzaktır ama tuzağı hazırlayanların da Saya’nın gücünden çekinmeleri gerektiğinden haberleri yoktur.
Bundan sonrasını da izlemek lazım.
Amerikan edebiyatının abarttığı vampir hikayelerinde gerçekçilik payının düşmesiyle beraber, gereksiz ve insanı güldüren bin bir türlü çalışma izledik. Aralarında büyük bir izleyici kitlesine ulaşan Blade gibi filmler olmasına karşın, vampir sineması genelde Amerikan kültürünün bir oyuncağı olmaktan öteye gidemedi. Vampirizm, her ne kadar Vlad Tepeş gibi tarihi karakterlerle de desteklenen bir konsept olsa da, fantastik kurgular arasında genelde hakkında çok fazla gerçeklik araştırması yapılmadan hazırlanan bir başlık olarak hafızalarda kaldı.
Blood’ın da bu türde bir katkı yaptığı açık. Ancak popüler kültür çalışmalarından farklı olarak, Saya’nın gotik ve saldırgan tasviri, onu diğerlerinden daha yukarıya çıkarıyor. Her ne kadar o da fantastik ve abartılı olsa da, burada vampirlerden bahsediyoruz, değil mi? Zaten biraz gerçek dışı, biraz da kabul edilebilir olması lazım.
Animasyonların gerçekten güzel olduğunu aklınıza sokayım istiyorum. Belki artık çok daha iyi bilgisayar efektleri ve grafikler kullanılıyor ama 15 senelik bir maziden bahsederken, bizim hala 486’lardan Pentium’lara geçmeye çalıştığımızı hatırlayın o sıralarda. Bugün bile çok zaman alacak kadar uğraşılmış bir deneme.
Bunun dışında Blood hakkında canınızı sıkacak tek şey “kapalı kutu” olması. Filmi tek başına izledikten sonra (dizilerini izlemediğinizi, diğer film ve mangayı okumadığınızı varsayıyorum ki onlarda da çok açık değil), Saya kim, geçmişi ne, katananın özelliği ne, Red Shield denen bu örgüt ne zaman kurulmuş, kim finanse etmiş, kimlerin yaratık ve kimlerin değil olduğu nasıl anlaşılıyor gibi tonla soruyla karşı karşıya kalıyorsunuz.
Salt aksiyon istiyorsanız ve saldırgan dişi figürlerden hoşlanıyorsanız ve tabii ki fazla da sorgulamıyorsanız da hiç sıkntı çekmeden izleyebilirsiniz.

“Hoşuma Giden Şeyler”in kralı… Dededen Beşiktaş taraftarı… Anime izler, altyazılarla uğraşır.